İsmail Kılıçarslan, milli meselelerde sessiz kalan sanat camiasını topa tuttu. Sanatçı olarak tanımlanan birçok kişinin zır cahil olduğunu söyleyen Kılıçarslan gençlere de seslendi: İnsan Athena Gökhan’a bakarak siyasal pozisyon belirler mi ya? Önce fikir, yani bilgiyi fikre çevirme kabiliyeti kazanmak… Sonrasına bakarız. Başkalarının senin zihnini belirlemesine müsaade etme. Zihnin senin için biricik ve çok kıymetli çünkü.
Barış Pınarı Operasyonu sahada devam ederken sosyal medyada da büyük operasyonlar var. Sosyal medyadaki algı yönetimi nasıl yapılıyor?
“İlke”den başlamak lazım. Sosyal medyada yalanın lehte veya aleyhte, pembesi ya da karası olmuyor. Yalan, yalandır. Gerçek hayatta da yalan yalandır. Sosyal medyada da böyledir. Dünden beri hem lehte hem aleyhte sosyal medyada pek çok yalan paylaşım görüyoruz. “İşte Türk ordusunun vurduğu yerler” deniyor, vurmadığımız ortaya çıkıyor. “Türk ordusu sivilleri vuruyor” deniliyor, ordumuz herhangi bir sivil vurmamış oluyor. Dolayısıyla bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin teröristlerle yaptığı mücadeleden daha karmaşık bir düzlem veriyor bize. Biz neyin ne olduğunu anlamaya çalışana kadar tabiri caizse atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Benim sorduğunuz sorudan yakaladığım, CHP ile HDP arasında bir kırılma olup olmayacağı. Daha ileri gitmek lazım: Tek bir düşmanlık üzerinden sürdürülerek güçlükle ayakta kalan İyi Parti-CHP-HDP-ittifakının Barış Pınarı Harekâtı ile birlikte çatırdayıp çatırdamayacağını konuşmak gerekiyor. Çatırdayacak gibi görünüyor. CHP’liler dünden beri kendilerinden beklenen refleksle Türk ordusunun yanında duruyorlar. İyi Partililer de dünden beri kendilerinden beklendiği şekilde Türk ordusunun yanında duruyorlar. HDP de dünden beri kendisinden beklendiği gibi Türk ordusuna ateş püskürüyor. Benim gördüğüm kadarıyla sosyal medyada tezvirat yapan, Türkiye’yi uluslararası arenada zor durumda bırakmaya çalışan asıl kesim de HDP ve HDP’nin sosyal medya ekipleri. Öteden beri söylenen şey ne, “Ak Parti’nin yandaş trolleri var, Aktroller”, bilmem ne. Oysa görüyoruz ki hem HDP’’nin hem CHP’nin sosyal medya hesabı kullanma ve sosyal medya karakterlerini devreye sokma ve toplumu trolleme konusunda çok ciddi bir çalışması var. Biz dünden beri hem kendini kanaat önderi zanneden birtakım zanaatkarların güya “savaşa hayır” adı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı bu barış harekâtını yıpratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Hem de HDP’ye bağlı ve HDP’yle ilişkili sosyal medya hesaplarının büyük bir tezvirat ile uğraştıklarını görüyoruz. Fakat buna karşı koymanın yolu, “lehte tezvirat üretmek” değil. Belki de bunu söylemek lazım.
YALANI ÖNLEMENİN YOLU SÜREKLİ DOĞRUYU SÖYLEMEKTİR
Son günlerde özellikle 31 Mart Seçimleri sonrası sosyal medyada ve siyaset platformunda “post-truth” akımından sıkça söz ediliyor. Hatta “yalanı ilk atan kazanır” sözleri dönüyor. Yalana mı sarılmak lazım sosyal medyada güçlü olmak için? Bunun başka yolu yok mu?
Yalan yanlış propagandaları engellemenin yolu doğru enformasyonu sürekli olarak tekrarlamak, vazgeçmeden ve hiç yılmadan. Mesela dünden beri birkaç sosyal medya hesabının nasıl yönetildiğine bakıyorum. Birincisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başkan’ın sosyal medya hesabı. İkincisi, Fahrettin Altun’un, üçüncüsü de İbrahim Kalın’ın sosyal medya hesabı. Her üç hesap da sadece enformasyon odaklı, Türkiye’nin tezlerini dünyaya doğru aktarma ve anlatma odaklı sosyal medya paylaşımları yapıyor. Dolayısıyla, bir asker fotoğrafının üzerine yazılan mehter marşı ile değil. ‘Tanrı tektir ordusu Türk’tür’ sloganı atarak değil. Önümüze düşen, her lehte görüntüyü paylaşarak değil. Hele hele bir ucu etnik düşmanlığa dayanabilecek bir söylem geliştirmekle değil. Yani Kürtler diye toparlayarak, bütün bir Kürt halkını bir çuvalın içine dolduran bir söylemle değil. Kendi enformasyonunuz ve doğrunuz neyse, biz Barış Pınarı Harekâtı’nı neden yapıyorsak onu durmaksızın tekrarlama başarısı göstermek. Sıkıcı bir şey mi, evet öyle. Ama sonunda, bu tekrarlama başarısı. Çünkü mesela dün, bu konuyla alakalı bir tweet sabah attım galiba, HDP Genel Merkezi, SİHA’lar üzerinden Türkiye’ye ateş püskürüyor. Bu çok ağlak ve mızmızca bir tweetti. Ben de şunu yazdım sadece: Demek ki Selçuk Bayraktar’ın yaptığı SİHA’lar işini o kadar iyi yapıyor ki bu ağlaklık ve mızmızlıkla karşı karşıyayız. Yani bunlar, HDP Genel Merkezi, ağlak ve mızmız bir tweet attığına göre SİHA’larımız işlerini halihazırda çok iyi yapıyorlar. Bunu enformasyona çevirelim: Her bağımsız devletin, kendi silah teknolojisini üretme hakkı vardır ve bu silah teknolojisini kendisine tehdit oluşturan, meşru savunma anlarında kullanma hakkı vardır. Dolayısıyla SİHA’yı kimin ürettiğinden ziyade bu doğru enformasyonu tekrar ve tekrar topluma yaymak lazım. Aksi taktirde ya Türkiye lehine ya da aleyhine şizofrene dönüşüyoruz. Türkiye’nin ne lehte ne de aleyhte şizofrene ihtiyacı yok. Ülkemizin ihtiyacı olan şey, şu an tezlerini bütün dünyaya bütün gerçekliğiyle anlatma çabası. Çünkü karşı taraf bu konuda muazzam gayret ediyor ve çalışıyor. Belki bunu söylemek lazım giriş babında.
BASININ ÖZGÜR OLMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNMÜYORUM!
Yine sosyal medya ve haber sitelerine değineceğim. Türkiye’de basın özgürlüğü özellikle Avrupa’da önemli bir sorun olarak görülüyor. Ancak Birgün, Diken gibi yayın organlarının Türkiye’yi uluslararası alanda zor duruma düşürecek yalan haberler yaptığını görüyoruz. Buna PKK yandaşlarının ve yurt dışındaki işbirlikçilerinin paylaşımlarını da ekleyebiliriz? Basın özgürlüğünün sınırı var mı? Sallamak serbest mi?
Tuhaf bir manşet atarak söyleyeyim: Ben basının özgür olması gerektiğini düşünmüyorum. Ne demek bu? Özgürlük söylemi bütün dünyaya büyük bir el çabukluğuyla yedirilen bir söylem. Belki bir haber toplantısında konuşulacak şey değil ama kelimenin kökü, “free”, aslında bağlılık demek. Yani, arkadaşa bağlılığını anlatmak istiyorsan, ben arkadaşıma free’yim diyorsun, yani bağlıyım. Dolayısıyla özgürlük, bir şeye bağlı olarak kendine hareket kabiliyeti kazandırmak. Sırrınızı dostunuza mı söylersiniz yoksa düşmanınıza mı? Dostunuza bağlılık, size sırrınızı söyleme alanı ve özgürlüğü kazandırır. Özgürlüğü böyle ele almayacaksak, ben basın özgürlüğü filan talep etmiyorum. Yani şöyle, ülkene ve ülkenin kritik anlarına bağlı olmayan bir özgürlük tanımın varsa, sen başka birine bağlı olan bir özgürlük tanımı yapıyorsun demektir. Söz gelimi Amerika’ya veya Almanya’ya ya da terör örgütü ve emperyalizme. Bunu bana basın özgürlüğü diye pazarlayacaksan, Diken ve Birgün gibilerine söylemiş olayım, ben bunu almam, alana da mâni olmayayım. Yani bugün itibariyle Independent’taki sevgili dostlarımız Suudi Arabistan aleyhine haber yapabilirler mi? Sputnik’teki sevgili gazeteci dostlarımız Rusya’nın temel tezlerinin aleyhine takır takır eleştiri geliştirebilir mi? Hayır yapamazlar. Hatta başka bir şey söyleyeyim: Medya Scope’taki sevgili dostlarımız destek aldıkları Norveç Kraliyet Fonu aleyhine haber yayınlayabilirler mi? Dolayısıyla özgürlük dediğin şey bağlılığına kadardır.
Ben şahsen Sputnik, Independent, Deutsche Welle, Medya Scope olsam Türkiye aleyhine çalışırım. Çünkü kuruluş amacım bu olurdu. Yani seni destekleyen yerlerin, daha doğrusu şöyle söyleyelim, Türkiye’nin aleyhine çalışmak demeyelim ama seni destekleyen, fonlayan, finanse eden yerin menfaatleri üzerinden çalışmak. Bunu böyle anlıyorum. Dolayısıyla Independent haberi okurken, BBC haberi okurken, desteklendiği yeri hiç unutmadan okuyorum. Fakat Türkiye’de ne oluyor? Sputnik’in haberi verili bilgi kabul ediliyor. Verili bilgi değil, Rusya’nın bakış açısıyla verili hale gelmiş bilgi. Deutsche Welle için konuşalım: Almanya’nın bakış açısıyla verili bilgi haline gelmiş. Independent Suudi sermayesinin bakış açısıyla verili bilgi haline gelmiş. Dolayısıyla kimse bizi bu zırvalarla oyalamasın. Bunlar zırva. Bu arkadaşların basın özgürlüğünü savunduğu bir zırva. Taraf gazetesi ve Birgün örneklerini hatırlayalım. Cumhuriyet gazetesinin sermayesi örneğini de hatırlayalım. Eski Cumhuriyetçi arkadaşların yeni Cumhuriyet sermayesi ile nasıl büyük kavga verdiğini hatırlayalım. Bizi hafızasız zannediyorlar. Asıl sorun o. Asıl sorun Birgün’ün bütünüyle bağımsız ve tarafsız bir medya kuruluşu olarak dilediği haberi özgürce yapabildiğini düşünmemiz. Saf mıyız biz? Hepimiz Türkiye’de yaşıyoruz. Birgün’ün aleyhine haber yapamayacağı durum ve şey sayısı benim aleyhine haber yapamayacağım durum ve şey sayısının yüz bin katı. Kimse bizi kandırmasın. Kimse bizi kandırmasın. Söz konusu, Türkiye’nin menfaatleri olduğunda ben Türkiye’den yana tavır alıyorum, niye, çünkü Türk’üm. Sermayem Türk. Buradan sermayeden kasıt sadece para, finans değil. Sermayem Türk, ben Türk’üm. Kürt asıllı bir Türk’üm üstelik. Kürt asıllı ne demekse. Dilini konuşamayan bir Kürt’üm ama kentimi Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak hissediyorum. Dolayısıyla, ben Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda sermayeme bağlıyım. Beni ben yapan coğrafya, tarih, düşünce sistemine bağlıyım. Indepent’taki arkadaşların da Türkiye lehine bir şey düşünmelerini beklemiyorum. Sermayeleri gereği beklemiyorum. BBC’den sermayesi gereği beklemiyorum. Niçin Türkiye’nin lehine haber yapsın? BBC elbette İngiliz çıkarlarının lehine haber yapıyor. Independent elbette Suudi Arabistan’ın çıkarlarının lehine haber yapacak. Bunu da arkadaşlara çok görmüyorum, ekmek paralarıdır yani. Deutsche Welle, elbette ekmek paralarıdır yani. Türkiye lehine haber yapmalarını beklemiyorum, aleyhine yaptıklarında da şaşırmıyorum. Niye şaşırdığımıza da ayrıca şaşırıyorum. Şunu gözden geçirmek lazım net şekilde: Bu arkadaşların sermayesi, fonlandıkları yer, bağlı oldukları düşünce sistemi bellidir, dolayısıyla bu arkadaşlar Türkiye aleyhine haber yaptıklarında acı acı gülümseyip geçmek gerekir. Benim asıl takıldığım şey Türkiye’deki insanların bunu ciddiye almaları. Arkadaşlar bu ciddiye alınabilecek bir şey değil, gülüp geçersin yani. Ruslar da bugün böyle yazmış dersin. En fazla söyleyeceğin şey, Suudi de bugün böyle yazmış dersin. Bana öyle geliyor, size nasıl geliyor bilmiyorum. Ciddiye alınacak tarafları yok. Bir Türk olarak Deutsche Welle’nin bana verdiği haberi ciddiyetle karşılamamı kimse beklemesin.
SANATÇI DEDİĞİMİZ ARKADAŞLAR ZIR CAHİL
Kültür iktidarının bir tarafını sanatçılar oluşturuyor. Ancak bazı sanatçıların çevre, doğa, hayvan hakları gibi konularda toplum liderliğine soyunduklarını ancak toplumun tamamını ilgilendiren milli konularda ortalarda olmadıklarını görüyoruz. Bir insan sanatçı, ressam, müzisyen, yazar vb. olarak meşhur olacak noktaya geldiğinde kendiliğinden muhalif kimliğe mi bürünüyor?
Athena Gökhan’ın attığı tweet’i gördünüz mü? Nedenini bilmediğimiz… denen. İtalya’dan mı bağlanıyorsun Türkiye’ye? Nedenini gerçekten bilmiyor musun yani? 900 km sınırın var ve bu sınır Araplardan, Sünnilerden, Türkmenlerden, dindar Müslüman Kürtlerden arındırılarak bütünüyle emperyalizmin hizmetinde bir terör örgütünün demografisini değiştirmesiyle bir tehdit oluşturuyor Türkiye’ye, Türkiye meşru haklarını savunuyor ve sen, çevre konusunda bilmedik şey bırakmayan Gökhan, hayvan hakları konusunda bilmediği olmayan Gökhan, söz konusu bilmem ne olduğunda kasmadık duyar bırakmayan Gökhan, Türk ordusunun neden Suriye’de bulunduğunu; Tel Abyad’da, Kobani’de, Aynel Arab’da ne olduğunu gerçekten mi bilmiyorsun? Türk ordusunun orada niçin bulunduğunu elbette biliyorsun. Ama bilmek niye işine gelsin ki adamın. Çünkü adam muhalefet süsü yapma işini çok sevdi. Alkış alıyor. Dolayısıyla, “Nedenini bilmediğimiz bu savaşta kimse ölmesin” diyor. Sevgi kelebeği misin? Savaş bu adı üzerinde. “Savaş çığırtkanlığı yapıyorsun, sen git ölsene…” Ölemedim ben, Allah bana nasip etmedi savaşta ölmeyi. Ama savaşta ölürsem senin gibi mızmızlanmam. Aslan gibi şehit oldum derim ülkem için ölüyorsam. Bu ne mızmız iş? Türkiye’de savaşa hayır diyen, silahı sadece PKK ve YPG kullansın diyordur ve oradaki Müslüman Kürtleri, Sünni Arapları öldürsün, oradaki demografik yapıyı kendilerine göre değiştirsinler ve nihayet orada İsrail’in işini kolaylaştıracak bir terör adacığı oluştursunlar.
Bu bir atmosfer meselesi. Türkiye’de sanatçı ve özellikle müzisyen dediğimiz arkadaşlar şimdi bana çok kızacaklar ama zır cahillerdir. Kitap okumamışlardır, entelektüel ortamlarda bulunup kendilerini beslememişlerdir, geneli zır cahil insanlardan oluşur. Ve kendilerini bir ortamda bulurlar. Menajer, yapımcı, dizi yönetmeni ortamı… Dizi yönetmenine yönetmen muamelesi yapıyoruz. Yahu dizi yönetmeni dediğin adam zanaatkardır. Fabrika işçisinden farkı yok. Dizi yönetmeni dediğin adamın atölyenin ustabaşısından farkı yok. Dizide oynayan adama sanatçı muamelesi yapıyoruz. Yahu bu zanaatkardır. IQ seviyesi 80’in üzerinde olan her Türk genci bir dizide ortalama bir oyunculuk performansı gösterebilir. Çünkü çok standart bir iş. Son derece cahil bir kesimle karşı karşıyayız. Gökhan ne zaman olaya girişti ve birdenbire içinden bir muhalif çıktı? Evlendiğinde. Çünkü evlendi, anlaşılan eşinin bir çevresi var, o çevre Gökhan’ı enforme etti, bir anda, dünyada ilk defa duyuyormuş gibi hayvan hakları, diktatorya dedi. Gökhan biraz daha ilerletsene bu muhabbeti dediğinizde içinden hiçbir şey çıkmayacak. Çünkü altı bomboş bir adam. Dolayısıyla “Savaşın nedenlerini bilmesek de…” cümlesi Gökhan’ın kendi başına kurma başarısı gösterdiği bir cümle değil. Büyük ve muazzam bir ortamın içinden konuşuyor. Bu tip adamların kendilerine ait cümleleri olmaz. Erkan Oğur değil ki. Erkan Oğur çıksa bugün bir şey söylese, onu biraz ciddiye alırız, birazcık alırız çok alırız. Ciddiye almak durumunda kalırız. Söylediğine katılırız katılmayız, o başka. Ama Athena Gökhan’ın nesini ciddiye alalım? Yeşim Salkım’ın nesini ciddiye alalım? Türkiye Cumhuriyeti’nin lehine konuşan bazı müzisyenler için de durum böyle. Nesini ciddiye alalım? Lehte konuşsa ne olur aleyhte konuşsa ne olur? Olaya ben biraz böyle bakıyorum, sert mi bakıyorum bilmiyorum. Yani bir kuru cahil topluluk. Çoğu üniversite okumamış -üniversite okumayı bir düzey kabul ettiğimden değil-, çoğu hayatında bir kitabı baştan sona bitirme başarısı göstermemiş. Çoğu bir meselede derin bir şekilde araştırma yapmamış. İnternetten indirdiği rifflerle müzik yapan adamlar yani.
İKNA EDEBİLDİĞİN HERŞEY GERÇEKLİKTİR. YETER Kİ İKNA ET!
Gençleri etkilemekte çok etkililer ama…
Genç kalabalıkların siyasal oryantasyonu berbat. Aynı cahillik düzeyinden bahsediyoruz (Cahil ünlülerin genç kalabalıkları kolay etkileyebilmesi meselesi). Bugün mesela Binali Yıldırım Pubg oynuyor diye kimse ona oy vermez. Biz Binali Yıldırım’a bunu anlatamadık mesela. “Ama gençler verebilir…” Sen mesela Binali Yıldırım’a Pubg oynadı diye oy verir misin? 25 yaşın üzerinde kimse bu şekilde oy vermez. Şunu söylemeye çalışıyorum: Öyle tuhaf şeyler gençlerin siyasal pozisyonlarını belirliyor ki inanamıyorum ve çok üzülüyorum. Athena Gökhan gençlerin siyasi pozisyonlarını belirleyemez çünkü adamın siyasi bir pozisyonu yok. Siyasetle ilgili bir fikri yok. Kimden etkilenmeli? Hiç olmazsa Birgün gazetesinden bir köşe yazarından etkilen. Hiç olmazsa yani. İnsan Athena Gökhan’a bakarak siyasal pozisyon belirler mi ya? Tablo maalesef bu, çünkü sosyal medya çağında yaşıyoruz. Post-truth çağında yaşıyoruz. İkna edebildiğin her şey gerçekliktir artık. Yeter ki ikna et. “3 bin lira maaş alıyor mülteciler…” Buna yeter ki ikna et, artık bundan böyle gerçektir. Hakikaten gerçeğin ne olduğu artık önemli değil. Hakikat, bütünüyle yerinden edildi. Şunu şaka zannediyorlar ama aslında değil: “Ben ateist olduğumu kimseye ispat etmek zorunda değilim, Allah biliyor” diyor bir kız. Biz bunu şaka zannediyoruz ama bu oldukça ciddi bir cümle. Kız buna hakikaten inanıyor. Hem ateist olduğuna inanıyor hem de Allah’ı yardıma çağırmanın doğru bir şey olduğuna inanıyor. “Ateist olduğumu Allah biliyor” demek Allah’ı yardıma çağırmak demek. Hem ateist olduğuna hem de Allah’ı yardıma çağırabileceğine inanıyor çünkü post-truth çağında ekilmiş tarlası. Türk ordusunun katiller sürüsü olduğuna ikna ettiğiniz anda bütün ordumuz katiller sürüsü.
Ailesi çok zengin hali vakti yerinde bir kız “Amerika’da üniversite kazandım okumak için desteğe ihtiyacım” var dedi ve başka bir sosyal medya hesabı kızın bunu yalan dolan şekilde yaptığını ispat edene kadar geçen 3 saatte kız galiba 55 bin lira para topladı. Bu gençlerin pek çok yanına -bilgilerine, enformasyon kabiliyetlerine, çok dil konuşabilme yeteneklerine, duyarlılıklarına- hayran olduğum Türk gençleri siyasal oryantasyon konusunda altı aylık bebek gibi davranıyorlar. Bir şey yapmamız lazım, ne yapacağımızı henüz bilmiyorum.
Gençlere baktığımızda mesela Güney Koreli müzik grubu BTS ve Enes batur gibi fenomenler için “Ama onlar hiç yalan söylemiyorlar. Hep dürüstler” argümanını sık sık ortaya koyuyorlar. Nasıl bu duruma geliyorlar? Fenomenler gerçekten hiç yalan söylemiyor mu?
Komik bir BTS anımı anlatayım. 15 yaşında bir kız canhıraş şekilde “lütfen DM’nize bakar mısınız” dedi. Daha doğrusu “Lütfen bana DM atar mısınız size çok önemli bir şey anlatmam lazım” dedi. BTS fanıymış. Ben BTS aleyhine bir yazı yazmıştım. Kız 15 yaşında, yani eskiden yetişkin sayabileceğimiz bir yaşta. “Siz bu BTS aleyhine bir yazı yazdınız ama biliyor musunuz daha geçen gün tam 7,5 ton pirinç bağışladılar yardıma muhtaç insanlara” dedi. Dedim ki, “Güzel ablam, bak sana şöyle bir örnek vereyim. Ben Acıbadem’de yaşıyorum. Üsküdar’da Yeni Cami’nin önüne gitsem yardıma muhtaç insanlar için pirinç topluyoruz desem, 7,5 ton pirinçlik parayı sadece Üsküdar Yeni Cami cemaatinden toplarım. Dolayısıyla 7,5 ton senin zannettiğin kadar öneme haiz bir şey değil.”
7,5 ton yani. Bir kamyon 20 ton pirinç alır. Küçükçe bir şey. Dedim ki, “İHH, Kızılay, Deniz Feneri gibi kuruluşlar var Türkiye’de. Böyle kuruluşlar günde 300 ton pirinçlik falan bağış yapıyorlar.” Gerçeklik nerede kırılıyor, işte tam burada kırılıyor.
Bu çocukları yetiştirirken dövdüler. Yani idol yarışmasından alınan çocuklar çok zorlu bir eğitimden geçiyor, tekme tokat dövüyorlar çocukları. İnternette videoları var. Çocuğun bacağı incinmiş, 6 saat sonra dans provası var ne yaparsan yap diyor. Annesi ölmüş, annesinin defin işlemleri için izin vermiyorlar. Böyle çok lanet bir sistem. Fanı diyor ki, “Evet öyle oldu ama o acılara katlanmak zorundaydılar ki dünyanın en başarılı pop yıldızları oldular.” Manyak mısınız, neden acıya katlansın ve neden dünyanın en büyük pop yıldızı olmak için annesinin mezarını ziyaret edemesin? Bizim geri zekâlı bazı tiyatro oyuncularının “Efendim babam ölse akşam oyun varsa babamın cenazesine gitmem akşam oyuna çıkarım” demesine benziyor. Manyak mısın sen, niye böyle bir şey yapıyorsun? Akıl hastası mısın sen? Haluk Bilginer sonunda çıktı da Allah’tan “Akıl hastası mısınız, babam ölse onun cenazesine giderim, bana ne tiyatrodan” dedi. Böyle bir manyaklık düzeyinde buluyoruz kendimizi zaman zaman.
FAŞİZM DÜNYANIN EN BERBAT İDEOLOJİSİDİR
Son dönemde gerek sokakta gerek sanal dünyada Suriyelilere karşı ırkçılık tavan yapmış durumda. Ve maalesef bunun kötü sonuçlarını görüyoruz. Siz nu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Geçtiğimiz ay Sinan Oğan, Lütfi Türkkan ve Ümit Özdağ faşist dediğim için benzer şekilde dava açtılar. “Biz toplumu mülteciler konusunda germiyoruz” dediler. Fakat mesela, Vail öldüğünde, kendini yaşayacak bir metrekare yer bırakmadığımız Vail kendini mezar kapısına bir iple astığında Türkiye’den bir mülteci eksildi diye sevinecek insanlarla bir arada yaşıyoruz ne yazık ki. Toplumu buna çok hazırladılar. Çünkü toplumun yumuşak karnı ekonomi biraz sallantıya girdiğinde, insanlar zannettiler ki bu 3,5 milyon Suriyeli kardeşimiz yüzünden bizim ekonomimiz, doğrudan benim kazandığım para zarar görüyor. Oysa durum böyle değil. Gedikpaşa’da birçok ayakkabı atölyesi kapanmak üzereydi çünkü artık Türkiye’de kimse çocuğunu çırak olarak ayakkabı atölyesine vermek istemiyor. Türkiye’de herkes çocuğunun doktor olmasını istiyor. Suriye böyle bir yer değil. Suriye’de çok sayıda nitelikli ayakkabı ustası var, şimdi Gedikpaşa ihracatını Suriyeli ustalar sayesinde 3 kat arttırmış durumda. Ya da tekstil. Türkiye’de tekstilin hala uluslararası piyasaya göre bir rekabet gücünün olmasını biz aslında son 6-7 yıldır asgari ücretle çalışmayı kabul eden Suriyeli işçilere borçluyuz. Ama bu aynı zamanda beraberinde bir zenginleşme getirdiği için, orada son ütücü Türk’e hiçbir şey olmuyor, hatta maaşı artıyor. Makaslara hiçbir şey olmuyor hatta onun maaşı artıyor. Bunu herkes biliyor artık. Fakat faşizmin yaptığı en güzel propaganda budur: Sen aslında çok daha nitelikli birisin, daha iyilerine layıksın ama bu mülteciler senin elinden bütün paranı alıyorlar. Zenginliğini ve bütün imkanlarını alıyorlar. Faşizmin en temel propagandadır. Sadece Türkiye de değil. Almanya’da da faşizm propagandasını bunun üzerinden yapar, Amerika’da da aynı şekilde. Sonunda geldiğimiz yer, Allah’ın denizine girmeyi –Mudanya Belediye Başkanı da dava açtı bana bu konudaki yazım yüzden- Allah’ın yarattığı insanlara yasaklayan bir faşizm biçimine dayandı mesele. Mesele dünyada sığınabilecek on metrekare yer bulamadığı hissine kapılan 9-10 yaşında bir çocuğun kendisini asmasına dayandı, mesele Türkiye’de 6 yaşında bir çocuğu, mülteci bir ailenin çocuğu olan bir yavruyu hunharca tokatlayabilen bir insanla karşı karşıya bıraktı bu propaganda bizi. Orada da yapabileceğimiz tek şey doğru enformasyonu tekrarlamak. Mesela Ankara’da büyükbabamın kiracısı Irak Türkmen’i bir mülteci aile ve bu insanlarla bir arada yaşıyoruz. Şimdi benim oturduğum evin hemen bir alt katında Suriyeli bir aile yaşıyor. Bu insanlarla bir arada yaşıyoruz ve bu insanlar bize çok benziyorlar aslında. Çok az fark var ve aslında hayata tutunmaya çalışıyorlar. Yani senin ülkene mahkûm kalmışlar. Annesi, babası ölmüş… Son duyduğum hikâyeyi anlatayım: Yatalak annesini Suriye’de Afrin’de bırakıp rejimin zulmünden dolayı Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan biriyle tanıştım. Zorluğu düşünsenize: Yatalak bir anneniz var ve kendi çocuklarınızın hayatını kurtarmak için onu ölüme terk edip başka bir ülkeye kaçıyorsunuz ve kaçtığınız ülkede de size diyorlar ki “sen benim cebimdeki paraya ortak oldun, bu yüzden ben kötü şartlarda yaşıyorum, Allah senin belanı versin.” Bu insanlara kucak açmanın Türkiye açısından tarihi bir sorumluluk olduğunu daha çok anlatmak dışında bu faşizmle mücadele edemeyiz. Çünkü faşizm bilhassa kızgın alt sınıfları çok kolay konsolide edebilen bir ideolojidir. Lanet bir ideolojidir, nefret ideolojisidir. Bir faşizm örneği hatırlayalım: Bayburtlu güzel bir çocuk vardı, ismi Yusuf’tu. Son derece aşağılayıcı ve faşizan bir tepkiyle “Makarnan var mı” diye soran bir kız vardı hatırlayın. Kızın evini aklınıza getirin. Aslında ekonomik düzeyi Yusuf’tan bir gram yukarıda veya aşağıda değil. Anne ekonomik düzeyin insanları ikisi de. Ama zaten faşizm genellikle üst sınıfın kendi çıkarları lehine alt sınıfı hunharca kullandığı bir akıldışılık ideolojisidir. Dünyanın en berbat ideolojisidir. Faşizm üzerinden ölen çocuklara bakın, tamamı alt sınıfın çocuklarıdır. Yukarıda çok büyük pazarlıkların döndüğü bir üst sınıf faşizmi vardır, ona hiçbir şey olmaz. Onun yorganı yanmaz. Yorgan gariban evlerinde yanar. Bu konuda da enformasyon dışında yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Doğru enformasyonu doğru zamanlamada yapmak dışında yapabileceğimiz bir şey yok.
Belli aralıklarla, 2 ayda bir filan şu meşhur, Suriyeli mülteciler hakkında yanlış bilinen şeyler listesi var sosyal medyada dolaşan. Bir vesileyle, 2 ayda bir onu atıyorum. Yapabileceğim şey o. ya da mesela Sinan Oğan, Lütfi Türkkan, Mudanya Belediye Başkanı olan adam gibi kişiler hakkında toplumu bilgilendirmeye ve uyarmaya çalışıyorum.
Afrinli Kürt bir ressam, Suriye’nin en önemli ressamlarından biri. Biz mesela o adamın hikayesini doğru düzgün anlatma başarısı gösteremiyoruz. Bugün yanında 200-250 Türk’e istihdam sağlayan Suriyeli iş adamları var Türkiye’de, biz bunları anlatamıyoruz. Bunlar aynı zamanda istihdam sağlıyor diyemiyoruz. Mülteci konusunda çok uğraşmak lazım çünkü cehalet çok bulaşıcı bir şey. Yanlış doğrudan daha hızlı mesafe kat ediyor. Çok daha hızlı. Hani doğru köye ulaşana kadar yanlış kırk dağ dolanırmış diye bir laf var. Ama tuhaf şekilde bizim muhafazakâr çevrelerde de “Yeter artık geriye dönseler mi” gibi, ki düşünceler var. Nasıl dönecekler durum değişmedi ki Suriye’de. Suriye’de durum değişirse tamam. Onu da anlatamıyoruz. Bugün, Türkiye’nin bir an önceki operasyonda kontrol altına aldığı yerlere dönüş 150 bin kişi civarında. Küçücük bir toprak parçası olmasına rağmen, 150 bin kişi dönmüş. Belki bu harekâttan sonra 300-350 bin, hatta 500 bin insan dönecek. Bayramda gidiyorlar da ne oluyor? Bayramda gidince de bomba atılırsa ölüyorlar ve Suriye’de bombalar hala atılıyor. Bu riski göze alarak gidiyorlar. Anlatamıyoruz insanlarımıza. İnşallah anlatmanın çok çeşitli yöntemleri üzerine düşünürüz, diyelim.
GENÇLER ÜNLEMLERİ SEVİYOR. AMA SORU İŞARETLERİNE İHTİYAÇLARI VAR
Gençler hakkında onlar için bir şeyler söyleyebilir misiniz? Eğitimler konusunda mesela…
Eğitimleri konusunda gençler eşsiz bir mesafe kat ediyorlar. Çünkü bilgiye ulaşmak insanlık tarihinin hiçbir döneminde bu kadar kolay olmamıştı. İstediğiniz bilgiye istediğiniz şekilde ulaşabiliyorsunuz. Fakat bilgiyi doğru şekilde sınıflandırıp yoruma döndürme meselesinde de gençlerle zihinleri arasında dünya tarihinin hiçbir anında bu kadar çok sorun girmemişti. Bilgi bizim ne işimize yarar? Bilgiyi sınıflandırmayı öğreniriz, o sınıflandırdığımız bilgiyle bağlantı kurabiliriz. O bağlantılar belli yorumlara ulaştırır, o yorumlar bize bir hayat görüşü sağlar. Doğal yöntem budur. Ama şimdi bilgi var. Bilgiyle sınıflandırma arasına sosyal medya, başka kanallar, kanaat önderleri giriyor. “Onlar asla yalan konuşmuyor” denilen sosyal medya fenomenleri giriyor. Bilgiyle sınıflandırma arasında, bu sınıflandırmayı yoruma döndürme meselesi arasında çok fazla uyaran ve çelişen, gençlerin aklını karıştıran mesele var artık. Bu noktada gençlere tek bir şey öneririm: Olayları yorumlama bilgisini, genel olarak meselenin tersinin de mümkün olabileceğine dair bir soru işareti koymakla elde ettim. Gençlerin bugün itibariyle soru işaretine ihtiyacı var ama onlar gördüğüm kadarıyla ünlemleri soru işaretinden daha çok seviyorlar. Ünlem genellikle yargı ya da slogan barındırır. Soru işareti ise düşünce barındırır. Ünlemden çok soru işaretine doğru ilerlemeleri lazım gençlerin. Bunu yapabilecekleri ve gerçekleştirebilecekleri bir dünya biz yaşlılar için de çok güvenli bir dünya olur. Aksi taktirde son derece fazla bilgiye sahip ama pek az gerçek fikri olan bir kuşak geliyor karşımıza. Ben böyle bir dünyanın, yani bilginin egemen ama fikrin devre dışı bırakıldığı bir dünyada çok ciddi problemler yaşayacağımızı öngörüyorum. Dolayısıyla gençlere bir yaşlı, bir abi olarak neredeyse kendi geleceğim adına da yalvarıyorum. Önce fikir, yani bilgiyi fikre çevirme kabiliyeti kazanmak… Sonrasına bakarız. Sonra istersen Marksist ol, istersen İslamcı ol, istersen ülkücü ol, ama önce hangi fikirle yola çıktığına dair kafan netleşsin. Başkalarının senin zihnini belirlemesine müsaade etme. Zihnin senin için biricik ve çok kıymetli çünkü. Biz bugün itibariyle zihin belirlemeye kendini çok açık tutan bir gençlik meselesi konuşuyoruz. Onun dışında gençlerin nezaketine, çevre duyarlılıklarına, toplumsal duyarlılıklarına ve bilgiye ulaşımlarına diyecek bir şey yok.
Bilgiye ulaşmak kolay ama “Ne de olsa Google’a bakar bulurum” diyerek bilgiyi de es geçme durumu, “Çok öğrenmesem de olur” bakışı oluşmuyor mu?
Benim bildiğim örnekler şöyle: Gerçekten kendisine faydalı olduğunu düşündüğünde 16 yaşında diyelim, moleküler atom araştırmaları konusuna merak salan gençler tanıyorum. Bu çok ilginç bir şey. Ama sorun şu, o gencin aynı zamanda yetişkin biri ile nasıl konuşulabileceğine dair bir sosyal oryantasyonu olmuyor. Çünkü o sosyal oryantasyon bizim ancak sosyalleşerek öğrenebileceğimiz bir şey. O sosyalleşme temin edilmediğinde bu sefer atom fiziği konusunda çok iyi, ama birine merhaba deme kabiliyeti olmayan bir çocuk oluyor. Diyelim, annesinden yardım almadan yemek yiyemeyen 9 yaşındaki çocuk hakkında dahi diyorlar ya, hayır, senin oğlun dahi olsaydı 9 yaşına kadar yemek yeme kabiliyeti geliştirirdi. Hala makarnayı ağzına sen veriyorsun. Temel öz bakım nitelikleri gelişirdi veya insanlarla empati kurabilme kabiliyeti gelişirdi. Deha böyle bir şey değil. Bu bir sapma. Bu mesele çok uzun ama belki şu cümleyle bitirmek lazım. En nihayetinde, her zaman genç olan kazanacaktır. Ben çok sağlıklı bir gençlik hayalini o yüzden kuruyorum. Yani genç olanların kazandığı bir dünyada gençlerin daha sağlıklı olması benim işime geliyor. Gençlerle bu yüzden bu kadar ilgiliyim. Kendim için yani.